Skip to main content

02

Brecht’in Kütüphanesi

Geçenlerde bir televizyon kanalından aradılar; Bertolt Brecht üzerine hazırladıkları bir belgeselde konuk olmamı istediler. Alman sanatçının neredeyse tüm oyunlarını izlemiş, şiirlerini okumuşumdur, ama elbette bir Brecht uzmanı değilim.

“Neden ben” diye sordum.
Perdeye yansıttıkları bir fotoğrafı gösterdiler: Brecht’in, Berlin’i terk etmeden önce çektirdiği son fotoğrafı…
Tarih, 28 Şubat 1933 olmalı…
Şık giyinip hazırlanmış, kütüphanesinin önündeki çalışma masasına oturmuş, veda anını bekliyor.
“O an, o odada ne hissediyor olabileceğini en iyi sizin ifade edebileceğinizi düşündük” dediler.

Brecht’in Şubat 1933’te, Berlin’deki evini terk etmeden hemen önce çektirdiği resmin önünde…

Doğrusu ben, evimden ayrılırken, belirsiz bir süre o odaya dönemeyeceğimi bilmiyordum. Brecht, Alman parlamentosunun yakılmasından bir gün sonra terk etmişti Berlin’i, ben Türk parlamentosunun bombalandığını yurtdışındayken haber almıştım. O darbe girişimini izleyen cadı avı nedeniyle ülkeme dönemedim. Dolayısıyla, evimle, odamla, kitaplarımla vedalaşma şansım olmadı. Ama Brecht’in o an ne hissettiğini tahmin etmek zor değil:

“Yakalanır mıyım?”
“Yakalanırsam başıma neler gelir?”
“Arkada bıraktıklarım ne olacak?”
En çok da, “Bu gidişin dönüşü olacak mı?”

Herkes için sevdiği ülkeyi, yetiştiği toprağı, oturduğu evi terk etmek acıdır. Ama bir yazarın, eserler verdiği dil evreninden, zihnini besleyen kütüphanesinden kopması da, yaralar açar ruhunda...

Kütüphanesiz kalan yazar, hafızasını yitirmiş bir âlim gibi boşluğa düşer. Sürüldüğünüz yeni şehirde, yeni evinize, yeni yatak, yeni koltuk, televizyon alabilirsiniz; kütüphane öyle mi? Her kitabın bir hatırası vardır: Aldığınız, okuduğunuz yılı, hediye edeni hatırlarsınız. Kenarı kıvrılmış sayfalarda, altı çizilmiş satırlarda, dünkü sizi bugünkü siz yapan cümleler saklıdır. Sayfalar arasında unutulmuş bir karanfilde eski bir aşkın kokusu vardır.

Dijital nesil, bütün kütüphaneyi bir hard diskte yanında taşısa da bizim kuşak için, hangi kitabı, hangi rafında sakladığını ezbere bildiğimiz kütüphane, bir tapınaktır. On yıllar içinde kitap kitap örülmüş, yazarına koza olmuş, kâğıttan bir tapınak…

İşin daha da acı yanı, siz gittikten sonra kitap düşmanları o tapınağa baskın yapar. Kütüphanenizi hoyratça devirip kitaplarınızı elden geçirir. Size o “korkunç düşünceler”i yazdıran “sakıncalı eserler”i toplayıp giderler. Bazen Brecht gibi, kitaplarınızın bir meydanda yakıldığını öğrenirsiniz, bazen benim gibi, toplatılıp imha edildiğini…

Ama sürgünün, yanında taşıyamadığı o kitaplar, sürgünü ebediyete taşır. Puşkin’den Dante’ye, Edward Said’den Stefan Zweig’e, Nazım Hikmet’ten Herta Müller’e kadar birçok yazar, sürgünde başyapıtlar çıkarmış, bir “sürgün edebiyatı” yaratıp devasa bir “sürgün kütüphanesi” oluşturmuştur.

Niye çivi çakacaksın ki duvara / at kıyafetini iskemleye gitsin / yarın nasılsa döneceksin / dört gün için değer mi uğraşmaya…?

Brecht, “dört gün için değer mi” dizesini yazdığında dört yıldır sürgündeydi. Ben bugün sürgünlüğümün beşinci yılında, her duvara çivi çakışımda bu şiiri anımsıyorum.

Sürgün, bir bekleme odasıdır. Şairin deyişiyle, “Ana dilinizde yazılmış bir haber”in sizi ülkenize geri çağıracağı günü hasretle bekler durursunuz. O bekleyişte kimileri Nâzım gibi yeni ülkesinde yeni bir kütüphane kurar kendine, kimileri Brecht gibi diyar diyar, şehir şehir savrulur yeryüzünün dört bir köşesine… “Başka bir kıtaya pasaport beklemekten bitkin düşer”.

Akademie der Künste, Berlin, Bertolt-Brecht-Archiv, Nr. 2809 002, © Bertolt-Brecht-Erben / Suhrkamp Verlag

Berlin’de ilk ziyaret ettiğim yerlerdendi, “Brecht Evi”… Yüksek tavanlı o aydınlık dairede, son nefesini verdiği odayı gezmiş, pencere kenarındaki küçük çalışma masasını, masanın üzerindeki Olivetti’sini, başucunda saygı nöbeti tutan son okuduğu gazetesini, dört bin kitaplık kütüphanesini incelemiştim. Almanya’ya dönmesi on beş yıl almıştı. Umudu, rasyonalitenin önünde koşturuyordu hep… “Sürgün Süreci üzerine Düşünceler” şiiri, o sönmeyen dönüş hayalinin şarkısıdır:

Sulamasan da olur o fidanı / niye bir ağaç daha dikeceksin ki / bir karış boy atmadan daha / buradan gideceksin ki…

Yeniden okurken şimdi, balkona diktiğim fidana baktım, birkaç karışı bulmuş boyu…

Kütüphanem ne halde acaba?

0 comments

Would you like to be the first to write a comment?
Become a member of Sürgün | Kökünden Sökülenleri Yazıyor and start the conversation.
Become a member